Tarih 18 Eylül 1928. Şiddetli gök gürültüsüne yağmur ve rüzgârın da eşlik ettiği bir sonbahar akşamıydı. Kararmaya başlamış olan havayı bulutlar arasındaki elektriklenmeler aydınlatıyordu. Rüzgârın korkunç uğultusu, cama vuran yağmur damlaları Alexander'ı mikroskoplar, petri kapları ve stafilokok kolonileri arasında daldığı uykudan uyandırdı. Çalışmasına öyle odaklanmıştı ki ne akşam olduğundan ne de güneşin yerini fırtınaya bıraktığından haberi vardı. Yorgun gözleriyle laboratuvardaki dağınıklığı inceledi ama bununla ilgili bir şey yapmadı. Zaten pek düzenli olduğu da söylenemezdi. Şüphesiz ki bugünkü düzensizlik odadaki mikroorganizmaların şahit olduğu en berbat görüntü değildi. Bazen arkadaşları bu konuyla ilgili ona takılırlardı. Yarın tatile gideceğini anımsadı ve laboratuvarı öylece bırakıp üst kata çıktı. Uyku sersemliğiyle önlüğünü çıkarmayı bile unutmuştu.
St. Mary Hastanesi'nin bodrum katındaki laboratuvarı Alexander’ın ikinci evi gibiydi. Son yıllarda bakterilerle ilgili çalışmalarına ağırlık vermesiyle vaktinin çoğunu burada geçirir olmuştu. Altı yıl önce vücut sıvılarında bulunan lizozimin bakteriyel çoğalmayı inhibe ettiğini keşfetmişti ancak lizozimin terapötik özelliğinin yetersiz olması onu farklı çalışmalara yöneltmişti. Birinci Dünya Savaşı sırasında gözlerinin önünde birçok askerin enfekte yaralar sebebiyle öldüğü düşünüldüğünde harcadığı yoğun mesai de daha anlamlı hâle geliyordu.
Hastanenin üst katına çıktığında ağlaya ağlaya konuşmaya çalışan bir kadının sesini duydu. İnsanın içini daraltan, fazla aydınlık olmayan, şiddetli rüzgârın sebep olduğu kapı pencere gıcırtılarının yankılandığı hastane koridorlarında ilerledi ve bir doktorla ağlamaktan gözleri kızarmış bir kadının önünde durduğu odaya girdi. 4-5 yaşlarında halsizlikten küçük mavi gözleri zar zor seçilebilen, hızlı hızlı ve güçlükle aldığı nefesi öksürüklerle sık sık kesilen, soğukta kalmış bir yavru kedi gibi tir tir titreyen, gözlerine kadar inen saçlarının altında ateş gibi yanan bir kız çocuğu; pencereleri fırtınayla mücadele eden odada yatıyordu. Kadın hıçkıra hıçkıra ağlarken “Anna, Anna” diyerek kızının adını sayılıyordu. Anna'nın akciğer enfeksiyonu geçirdiği ve durumunun da pek iyi olmadığı aşikârdı. Bu ortamda ister istemez savaşta yaşadıklarını hatırlayan Alexander aynı çaresizliği bir kez daha hissetti ve kendini çalışmalarında hâlâ önemli bir ilerleme gösterememekle suçlayıp odadan ayrıldı. Anahtarlarını yanına almadığını fark edip bodrum katına yöneldi. Laboratuvara girecekken bir çıtırtı duydu. Daha önce hiç geçmediği dar aralıktan kafasını uzatıp baktı. Ara ara çakan şimşeklerle aydınlanan sığınak benzeri yerde bir yavru kedi gördü. Kediyi oradan çıkarabilmek için zor da olsa dar aralıktan geçti. Yavaş adımlarla ilerlerken çakan her şimşeği yolunu aydınlatan bir kibrit gibi kullanıyordu. Birkaç adım daha attıktan sonra korkunç bir gök gürültüsü duydu ve aynı anda gözlerini kör eden bir ışık etrafa saçıldı.
Yüksekte bulunan küçük pencerelerden sızan güneş ışınları Alexander’ın gözlerini yeniden açtı. Yüzünde neler olduğuna anlam veremeyen bir ifadeyle doğrulmaya çalıştı. Az önce fırtınalar koparken şimdi güneş doğmuştu. Etrafa göz gezdirdi fakat yavru kediden bir iz bulamadı. Anahtarlarını almak üzere tekrar laboratuvarına döndü. Kapıyı birkaç kez zorlasa da açmayı başaramadı ama kilitlemediğinden de emindi. Şaşkınlıkla merdivenleri bir solukta çıktı. Nefes nefese kalmış bir şekilde Anna'nın yattığı odaya girdi fakat ne ondan ne de annesinden bir iz vardı. Tekrar odadan çıktığında etraftaki değişikliklerin ancak farkına varabilmişti. Telaştan duvarlardaki boyaların, kapıların, pencerelerin, aydınlatmaların, çalışanların on dakika öncekilerle aynı olmadığını algılayamamıştı. Neler olduğunu anlamaya çalışırken ileride bir doktor gördü ve doktorun girdiği odanın kapısından içeriyi incelemeye başladı. Kapıya yakın taraftaki hasta 9-10 yaşlarında ara ara öksüren, hemen yanındaki arabaları ile oynayan, annesine sık sık “Ne zaman eve gideceğiz?” diye soran bir erkek çocuktu. Doktorla hastanın annesi konuşurken duvardaki takvim Alexander’ın dikkatini çekti. Gün ve ayı tam seçemese de 1953 yazdığını net olarak görebiliyordu. Alexander gözlerine inanamadı, böyle bir şeyin mümkün olamayacağını düşündü ve hemen oradan ayrıldı. Buradaki hastanın, Anna'yla benzer bir hastalığı atlattığını görmesi, son yarım saatte yaşadıklarıyla birleşince onu gelecekte olma fikrine yaklaştırdı. Telaşlı tavrını bir kenara bıraktıktan sonra hâlâ aynı hastanede çalışıyor olabileceğini ve insanlar tarafından tanınabileceğini düşünüp bulduğu bir cerrahi maskeyle yüzünü sadece gözleri açıkta kalacak şekilde kapattı. Laboratuvardan ayrılırken çıkarmayı unuttuğu önlüğüyle birlikte bir doktordan farksızdı. Az önce kapıdan izlediği odadaki doktor ona doğru yaklaştı. Alexander, garip davranışlarından dolayı doktorun ondan şüphelenmiş olabileceğini düşündü ama heyecanından iz taşımayan bir ses tonuyla “Gerçekten güçlü çocukmuş. Bu hastalıktan kurtulmak hiç de kolay olmuyor, değil mi?” dedi. Doktor karşısındakini tanımaya çalışırcasına ve biraz da şaşkın bir tavırla “Evet, ilk geldiğinde akciğerleri çok kötüydü. Şimdi taburcu olabilecek durumda. Penisilin bulunana kadar bu enfeksiyonlardan kurtulmak gerçekten de çok zordu.” diye cevapladı. Alexander’ın aklından bu ilaçlarla Anna'yı kurtarabileceği düşüncesi geçerken, doktor “ Benim acilen bir hastanın yanına gitmem gerekiyor. Koridorun sonunda Dr. Ryan var. Size vereceğim penisilinleri ona götürebilir misiniz?” diye sordu. Bu soruyu duyunca gözlerinin içi parlayan Alexander, doktorun üzerindeki karttan adına bakarak “ Tabi Mathew, sen hastalarınla ilgilen. İlaçları ben götürürüm” dedi. Mathew hızlı adımlarla ilaç odasındaki dolaptan penisilinleri getirdi ve Alexander’a verdikten sonra gözden kayboldu. Bu arada güneş gökyüzünü terk etmiş, şiddetli bir fırtına başlamıştı. Bir saat kadar önce aynı koridorda, aynı hava şartlarında yürüdüğünü hatırlayan Alexander, elindeki ilaçları Anna'ya götürme fikrini aklından çıkaramıyordu. Penisilinleri Dr. Ryan'a vermese bile bundan kimsenin zarar görmeyeceğini, Anna’nın ise bu ilaçlarla kurtulabileceğini düşündü. Nasıl geçmişe döneceği hakkında en ufak bir fikri olmasa da bodrum katındaki sığınağa aceleyle gitti. Tam olarak gözlerini açtığı yeri bulmaya çalışırken şiddetli bir gök gürültüsü duydu ve gözlerini kamaştıran bir ışık her yana yayıldı.
Alexander’ı bu kez yavru kedinin üzerinde gezinmesi kendine getirdi. Kediyi görünce geçmişe döndüğünü anladı. Hemen ayağa kalkıp cebindeki ilaçları kontrol etti ve koşarak üst kata çıktı. Anna'nın yattığı odaya girdiğinde onun yatağının boş olduğunu gördü. Sesi titreyerek yanındaki hemşireye onu sordu. Hemşire Anna’yı beş gün önce kaybettiklerini söyleyince Alexander kalbinde büyük bir acı hissetti, gözleri doldu, yutkunamadı. Beş gün geçmiş olması aklına yatmasa da yorgun adımlarla laboratuvarına indi. Bıraktığı gibi dağınık şekilde duran masasının üzerine ilaçları koydu. Penisilinlerden birinin üzerinde 3 Ekim 1953 yazıyordu. Böylece gittiği tarihi de öğrenmiş oldu. Aynı zamanda cebindeki yaka kartını da kaybettiğini fark etti. İlaçların karşısına oturdu ve Anna’yı kurtaramadım ama hâlâ birçok insanı kurtarabilirim düşüncesiyle acısını biraz da olsa yatıştırdı. Bu fikre tutunup o gece getirdiği ilaçları S.aureus kolonileri üzerinde denedi ve bakterilerin öldüğünü gördü. Ayrıca üzeri açık kalmış bir kolonideki renk değişikliği olan bölgeyi incelediğinde bir çeşit küf mantarının da stafilokok kolonilerini tahrip ettiğini keşfetti. Küf mantarında bulunan maddenin penisilinle aynı olduğunu anladığında çok sevindi. Çünkü bu maddeyi ayrıştırarak daha fazla penisilin üretebilirdi ve dağınıklığıyla ilgili ona takılan arkadaşlarına da açık unuttuğu petri kabı sayesinde çok önemli bir şey keşfettiğini memnuniyetle anlatabilirdi. Penisilinle ilgili makaleler yazsa da bu maddeyi izole etmek hiç de kolay değildi. Bunu başarabilmek için yeterli olanakları yoktu. Yağmurlu havalarda birkaç kez saflaştırma işlemini öğrenebilmek için sığınaktan geleceğe giden yolu denese de, geleceği geçmişe taşıdığından mıdır bilinmez, başarılı olamadı.
Edinburg Üniversitesi Rektörü olan Alexander, 3 Ekim 1953 sabahı St. Mary Hastanesi’ne gitti. Hiçbir zaman unutamadığı Anna’nın yıllar önce yattığı odadaki hastalarla ilgilenen doktor Mathew'i buldu ve ona şunları söyledi: “ Bu akşam burada sana ilginç sorular soran, garip davranışlı bir doktor görürsen ona şimdi ilaç odasına koyacağım bu penisilinleri ver. Buna hepimizin çok ihtiyacı olacak.” Alexander elindeki penisilinleri dolaba koyarken bir tanesinin üzerine 3 Ekim 1953 yazdı ve daha sonra hastaneden ayrıldı. Mathew bu isteğe bir anlam veremese de çok saygı duyduğu Alexander’ın dediğini yaptı.
4 Ekim günü Mathew, Alexander’ın odasına gitti ve “Galiba dün bunu hastanede düşürmüşsünüz.” diyerek bir kart verdi. “Bu arada dediğiniz gibi bir doktor gördüm ve penisilinleri ona verdim.” diye ekledi. Alexander, Mathew'e teşekkür edip gönderdikten sonra elindeki kartı kaybedeli 1 gün mü yoksa 25 yıl mı olduğu sorusunu kendine sordu ve gözleri kartta yazan “Alexander Fleming” yazısına daldı.
Burak VARGELOĞLU 01.01.2020
Comentarios